Yeryüzü Demokrasisi -2

Konferansın çevirisine devam ediyoruz.

Tarım, su ve tohum

Tarımın neden bir savaş meydanı gibi göründüğünü anlamaya başladığımda, savaştan geldiği için olduğunu farkettim.  Endüstriyel çiftçiliğin araçları savaşın araçlarıdır.

Savaşlar sona erdiğinde, öldürücü kimyasallardan para kazanmaya alışanlar, öldürücü kimyasalları yapmaya devam kararı aldılar. Yalnız bu defa, gıda yetiştirmek için bunları kullanmanın şart olduğunu, aksi halde hepimizin açlık çekeceğini söylediler.

Ve savaş teknolojilerini üçüncü dünyaya kakalamak için adını “Yeşil Devrim” koydular. Yeşillle hiç bir alakası yoktu, tabii o zaman, 65’te yeşil henüz sürdürülebilirliğin sembolü olarak kullanılmıyordu. Yeşil yalnızca kırmızıdan farklı bir renkti, problem kırmızıydı. O isim, sarı olabilirdi, kahverengi olabilirdi, herhangi bir renk olabilirdi. Halbuki kırmızı olmalıydı, çünkü insanları daha sonra öldürüyordu.

Derken, Yeşil Devrime Nobel Barış ödülü verildi. Böylece Pencab’a gittim, eğer bu barışçıl bir şeyse…, bizde de şiddet var, bilirsiniz ya, o zaman bu öyküdeki  boşluk neredeydi?

 İki yıl inceleme yaptım, B.M. adına neler olduğunu inceledim ve “Violence of Green Revolution” (Yeşil Devrim Zorbalığı) adında bir kitap yazdım.

Bize mütemadiyen yeşil devrimin Hindistan’ı açlıktan kurtaracak kadar çok gıda üreteceği söylendi. 1965’te bizde açlık yoktu, biraz kuraklık vardı. Kuraklık biraz daha az ürün anlamına gelir. Biraz daha fazla buğday ithal etmek istedik, fakat  bize tarımınızı değiştirip kimyasalları kullanmadığınız takdirde size buğday satmayacağız diyorlardı.

Sürekli ortada bir “Hindistan açlıktan kurtarıldı” söylemi vardı, fakat aslında Hindistan tarımsal kimyasallar için en büyük pazar olmuştu. Bugün Hindistan sadece yapay gübre desteği için 1 trilyon rupi harcamaktadır. Bu Çin hacminde bir bütçedir.

Adına yeşil devrim denen şey, yüksek dozda uygulanan kimyasallara dayanabilecek bodur cinsler yetiştirmeye dayanıyordu. Bunun nedeni yerel türlerin yeterince verimli olmaması değildi, sadece yerel türlerin onların piyasaya süreceği kimyasallara ihtiyaç duymuyor olmasıydı. Aslında tohum koruma/ toplama işine başladığımızdan bu yana daha yüksek verimlilikte pek çok yerel tür keşfediyoruz.

Elbette sürdürülebilir tarımın en büyük farkı, sadece çiftlikten satışa giden malları değil, aynı zamanda aileyi besleyecek tüm gıdayı, hayvanları besleyecek yemi, çiftlikteki her şeyin hesaba katılmasıdır.

Gelin görün ki şimdi toprağı besleyecek organik madde “ziyan” olarak tanımlanıyor. Çiftlikte piyasada satılmayan her hangi bir organik madde kalıyorsa bu ziyandır. Oysa bu, toprağı kendi gıdasından mahrum ediyor.

Çiftçi ailesinin yiyeceği de ziyan, çünkü her şey pazara gönderilmeli. Böylelikle şimdi kendimizi garip bir durumun içinde bulduk, endüstriyel kimyasal tarımın yaygınlaşmasından kırk yıl sonra, dünya üzerinde daimi olarak bir milyar aç insanımız var.

Bu şöyle açıklanabilir, daha önce de açlık vardı, fakat belli bir yerle ve belli bir zaman aralığıyla sınırlıydı. Kötü hava koşulları kıtlığa yol açabiliyordu veya savaş kıtlığa yol açabiliyordu, fakat er ya da geç kıtlık sona eriyordu, oysa bugün açlığın sonu gelmiyor.

Çünkü bu planlanmış bir durum, doğayla ilgisi yok, savaşlarla ilgisi yok, tarım ve tarımsal ekonominin tasarlanış biçimiyle ilgili. Ve bugün aç olan bu 1 milyar insanın, 500 milyonu gıda yetiştiricileri. Yetiştiriciler giderek daha aç kalıyor, çünkü  yüksek girdilerle gıda yetiştirdikleri zaman, bu işi borca girerek yapmak zorundalar, ve hasattan sonra ilk yapmaları gereken borçlarını ödeyebilmek için elde ettikleri her şeyi satmak. Sonra sattıkları yere yeniden gidiyorlar ve bu defa kendilerine gerekeni dört misli fazla ücret ödeyerek satın alıyorlar. Böylece açlık ve yoksulluk girdabı büyümeye devam ediyor.

Bu girdap genetiği değiştirilmiş tohumların ortaya çıkışıyla iyice şiddetlendi. Yeşil devrim dışarıdan kimyasal katkısı gerektiren tohumları ortaya çıkardıysa, Genetik Mühendisliği de zehiri bitkilerin içine yerleştirdi.




Genetiği değiştirilmiş pamuk için Hindistanda yapılan reklamlardan biri

Ve bu, dünyaya kimyasal tarımın bir alternatifi olarak sunuluyor. BT pamuğuna ihtiyacın var, böylece pamuğa böcek zehirleri püskürtmene gerek yok, Round up ‘a dayanıklı olana ihtiyacın var, böylece onlara göre yabani otları denetim altına almak için fazla püskürtme yapmana gerek yok. Şöyle ki, bunlardan birinin yabani otları denetim altına alacağı ve ot öldürücü kullanımını azaltacağı farzediliyor, diğerinin ise zararlı böcekleri  denetim altına alarak böcek zehiri kullanımını azaltacağı varsayılıyor.

Tam tersi oldu. BT pamukla neler olduğunu biliyorum. BT bir toprak organizmasıdır ve çok zararsızdır.  Doktorumuz Elaine R. Ingham burada, kendisi toprak organizmaları hakkında her şeyi bilir ki buna genetiği değiştirilen ve genetiği değiştirildiği zaman bitkileri öldürmeye başlayan “Klebsiella Planticola”da dahildir.

Aynısı BT için de geçerlidir, doğal olarak alınan BT memeliler için kesinlikle zararsızdır, sadece böceklerin larvaları için zararlıdır, çünkü böceğin sindirim sistemindeki enzimlerle harekete geçer.

Fakat, genetik mühendislikle bitkilere yerleştirilen BT hazır yapılmış toksindir, böceğin sindirim sisteminde toksine dönüşen bir toksin değildir. Artık etki alanı çok büyüktür. Kral kelebeği (monarch butterfly)  hakkında Cornell üniversitesinin araştırmasını hatırlayın, orada BT poleni kral kelebeğini öldürdü.

BT pamuğun yetiştiği tarlalardaki toprak organizmalarına neler olduğunu gösteren bir araştırmayı yeni öğrendik. Biyokütleyi parçalayan bakterilerin %30’u kaybolmuş, azot sabitleyen enzimlerin %20’si kaybolmuş, bu yalnızca 4 yıllık ticari ekim sonucu.

Peki  zamanla toksik BT yayılırsa nereye varacak. Ancak bunun insanlara verdiği zarar, tahrif çok daha çarpıcı.

Hindistan’da hiç intihar görmemiştik, ama şimdi çiftçi intiharları salgın halinde. Son on yılda 200.000 intihar oldu. İntiharların çoğunluğu BT pamuğun ekilip satıldığı bölgelerde.

Çiftçilerin neden intihar ettiğini anlamak çok uzun sürmedi. İntihar ediyorlardı, çünkü borç içindeydiler. Borç içindeydiler çünkü eskiden kilosu 7 rupi olan tohum fiyatları, 1700 rupiye fırlamıştı.

Yeni tohumlar her yıl yeniden satın alınmadıkça güvenilir değil, zararlıları kontrol altında tutacakları varsayılmasına karşın, aslında yeni zararlıların ortaya çıkmasını teşvik ediyor, hedef alınmayan zararlıların. Öyle çok ki isimlerini aklımda bile tutamıyorum, unlu bit, yaprak bitleri, pamuk yaprak zararlıları (jassids), armi böceği; her yıl daha fazla pestisit püskürtülmesini gerektiren yeni bir zararlı salgını ortaya çıkıyor.

Sözde zararlıları kontrol altında tutacak bir  mahsul olan BT piyasaya çıktığından beri pestisit kullanımı 13 kat arttı. Böylece tohum maliyeti, pestisit maliyeti, gübreler, sulama derken çiftçiler iyice borca battı, oysa milyoner olacakları söyleniyordu.

GDO’lu pamuğun onlarca kere fazla ürün vereceğini vurgulayan başka bir reklam.

Hatta bir ara, çeşitli tanrılar ve azizler tarafından ikna edildiler, çünkü Monsanto reklamlarında onları kullanıyordu. Pencab’a yolunuz düşerse, orada Sih dininin kurucusu Guru Nanak’ı kullanıyorlar. Uttar Pıradesh’de BT pamuk satışı için Ramayan’dan sahnelerin kullanıldığını görmüştüm.

Biliyorsunuz, bizim çok sayıda tanrı ve tanrıçamız vardır, 300 milyon tane, ve hepsi bedavaya çalışan satış elemanlarınızdır. Hindistan bir inanç ülkesidir, insanlar bir reklamda Ram’ı görünce, Guru Nana Dev’i görünce inanırlar.

GDO’lu mısır reklamı

İşte borca battıklarında daha derin bir şaşkınlık yaşamaları bu yüzdendir. Günü geldiğinde alacaklılar, ki bunlar aynı zamanda tohum ve kimyasal getiren şirketlerin acentalarıdır, gelir ve “artık senin toprağın bizim toprağımız” derler, çünkü çiftçinin sahip olduğu tek şey budur, parası yoktur. Bunların hepsi  tüm haklarını şirketlerin acentalarının eline veren küçücük bir imza, hatta genellikle parmak baskısı yüzünden başlarına gelir.

  Toprağının elinden alındığı gün, o gün, çiftçi sessiz sedasız tarlasına gider, genellikle bu kocadır, çünkü şehire inip o çılgın ilanları gören de, ikna olan da odur; kadın kocasının pestisit kullanmaya kalkıştığını bilmez bile. Araştırdığımız vakaların %99’unun altından pestisit borcu çıktı. Birileri tarlanın yanından geçer,döner kadına gelir “kocan falanca yerde ölü yatıyor” der.

Böylece  sadece 200.000 intiharımız değil, 200.000’de dulumuz var. Ben onlara Monsanto  dulları diyorum. Onlara doğaya karşı, biyoçeşitliliğe karşı ve çiftçilere karşı açılan savaşın dulları diyorum.

Bu yüzden 1987’den beri oluşturulan bir tür alternatif sunmaya başladık. Bu alternatif Navdanya’dır. Navdanya 9 tohum demektir, aynı zamanda yeni armağan anlamına gelir, “nav” 9 da olabilir, armağan da olabilir, “dan, dana” hem tahıl hem de tohum olabilir.

  Ve biz 55 müşterek tohum bankası kurduk, ülke çapında 16 eyalette ve bu tohum bankalarında takas edilebilir açık tozlanan çeşitlerimiz var.

Navdanya’yı DTÖ ve onun fikri mülkiyet haklarının egemenliği altında çiftçilerin kendi tohumlarını saklamalarının yasadışı olacağını, tohumlarını takas etmelerinin yasadışı hale geleceğini anladığım zaman başlattım.

Ve endüstri, genetik mühendisliğiyle açıkça ilk adımı attı,  çünkü “bu bize patent alma hakkı verecek, bir patent aldığımızda ise çiftçilerin tohum saklamasına veya takas etmesine engel olabilecek  ve tekel haline gelebileceğiz” dediler.

Mucizevi bir durum, çünkü para değil, hayat yaratan bir şeyden, şimdi siz tohum endüstrisi olarak döl vermeye programlanmış olanın döl vermesini engelleyerek, hayat vermeye programlanmış olanın yeniden hayat vermesini engelleyerek, hatta daha da önemlisi kendi kendine çoğalabilenin çoğalmasını engelleyerek bir trilyon dolar kar hedefliyorsunuz.

Tohumun mucizesidir bu, çoğalır. Tohumlar korunabilir, biliyor musunuz yaşlı bir kadının minik ambarından üç tahıl tanesi, üç buğday tanesi buldum. Bunları çoğalttık ve bir kaç yıl sonra organik tarım için Pencab’a iki kamyon dolusu gönderebildik.

Veya  meslekdaşlarım Orissa’da tuza dayanıklı bir çeşitten tek bir tahıl tanesi buldular, çoğalttık, Orissa’daki kasırgadan sonra dağıtabildik, Tamil Nadu’daki tsunamiden sonra dağıtabildik.  Fakat endüstri için sorun olan da bu çoğalma, ve bu büyüme paradigması için sorun olan da aynısı.

Çünkü büyüme ölçülerine göre, tükettiğiniz kadarını üretiyorsanız, yani bir şeyleri geri kazanım için kullanıyor,  kendine yeterli olmak için kullanıyor ve yerel ekonomiler için kullanıyorsanız büyümeye katkıda bulunmuyorsunuz demektir. İşte bu yüzden kadınların işi işten sayılmaz, işte bu yüzden köylüler üretmez, işte bu yüzden yüce ve gururlu bir orman büyüse bile büyümeye katkıda bulunmaz.

Ancak ağacı kestiğiniz ve büyümesini durdurduğunuz zaman birdenbire büyümeye katkıda bulunur hale gelir.  İşte bu yüzden özel mülk haline dönüştürmek, bu ister tohumların özel mülke dönüştürülmesi olsun, ister suyun ve isterse şimdi de havanın özel mülke dönüştürülmesi olsun, sürekli büyümeye yol açar.

Ne zaman tohumların özel mülkiyet haline getirilmesinden söz etsem, çiftçiler yakında havayı da özelleştirecekler diyorlardı. Şimdi onlara “evet, önce havaya sera gazlarını salarak, bu da bir özelleştirmeydi, şimdi de karbon ticaretiyle özelleştiriyorlar” demeliyim.

Böylece bu gezegendeki 300 milyon tür değil, bu gezegendeki 6 milyar insan değil,  kirletenler havadan pay alıyor. Başlıca kirleticiler havanın haklarını ellerinde tutuyor ve emisyon ticaretini tasarlayanlar rekora gidiyor.

Danışmanlık firması Price Waterhouse Coopers, İngiltere’nin iklim raporunu yazan Stern, hepsi diyor ki atmosfer üzerindeki haklar patentli haklara eşittir, atmosferde özel mülkiyet hakkına eşittir, böylece kirletenler büyük paralar kazanıyor ve tıpkı tohumların özelleştirilmesinde olduğu gibi trilyon dolarlık bir piyasa görüyorlar, suyun özelleştirilmesinde de trilyon dolarlık bir piyasa görüyorlar. Şirketler karbon ticareti yoluyla havanın özelleştirilmesinde trilyon dolarlık bir piyasa arayışındalar. Kırk milyar dolara zaten ulaşıldı bile.

O halde, tam anlamıyla, her şeyden büyüme yaratabilirsiniz, şimdi organ ticareti neden serbest bırakılmasın diyen bazı ekonomistler var, tahmin edeceğiniz gibi bu çok verimli olabilir, birisinin karaciğerini ve böbreğini al, piyasada sat, özellikle de yoksullar için. Açık oturumlarımızda borçlarını ödemek için böbreğini satmaya zorlanan çiftçilerimiz vardı, tabii ki iyi olacakları, bunun tamamen zararsız olduğu söylenmişti. Oysa ondan sonra bir daha hiç çalışamayacaklardı ve kadın çocuklara bakabilmek için hem erkeğin hem de kadının işini yapacaktı.

Gayet tabii, insanlar bunun büyüme olmadığını biliyor, işte bu yüzden Plachimada adında bir köyde, bir kadın, sularını kullandıktan sonra kirletip bıraktığı için CocaCola ile savaşmaya karar verdi.

 CocaCola yeraltından günde 1.5 milyon litre su çekiyordu. Bir kaç yıl içinde yeraltı suyu bitti. Kadınlar temiz içme suyu aramak için 10 mil (16 km) yürümek zorunda kalıyordu . Ve Mylama, 65 yaşında yaşlı bir kadın, artık hayatta değil, 2 yıl önce vefat etti, “niye biz daha uzağa yürümek zorundayız, bu şirket kapanmalı” dedi ve köyün kadınlarını bir araya topladı, şirketin kapısı önünde  oturmaya başladılar.

Protestoları başladıktan bir yıl sonra geldiler ve benim de katılmamı istediler. Plachimada’yı bilmeksizin, köyü bilmeksizin sırf onların cesaretlerini kutlamak için gittim, orada köy halkından yüz kişinin karşısında 500 polis buldum.  Böylece bu harekete destek olmak için bütün ağırlığımı ortaya koydum, davalarını mahkemeye götürmek için hukuki destek verdim, siyasi partileri oraya getirmek için siyasi destek verdim ve 2004’ten beri bu CocaCola fabrikası çalışmıyor ve sanırım kadınlar tarafından kapatılan ilk fabrika.

Şehir suyunun özelleştirilmesi genellikle Dünya Bankası ve IMF koşullarıyla organize edilir. İlginç olan özelleştirmelerin %90’nının halkın direnişi nedeniyle başarısız olması. Bolivya’da yaptılar, Dünya Bankası para harcadığında, bunu bize kredi olarak verir, yardım olarak vermez. Bize kredi verirler ve borca sokarlar.

Delhi’nin suyunun özelleştirilmesi nedeniyle, Delhi’nin özelleştirilecek suyunun benim bölgem Ganga’dan Tehri Bendi denilen barajdan geleceğini, ki bu da 100.000 kişiye işaret ediyor, keşfettim. Sadece su dünyanın en büyük firması Suez’e bedava temin edilmekle kalmayacak, su arıtma tesisi de kamu harcamalarıyla inşa edilecek ve Suez bize, bizim suyumuzu, on katı fiyatına satacaktı. Bu nedenle halkın su haklarıyla birlikte Ganga’nın korunması  için bir hareket başlattım.  Ve kampanya giderek büyüdü. Ganga’dan yararlanan köylerin etrafında, Ganj’in kıyılarında halk “Anamız Ganj satılık değildir” demeye başladılar. Bu proje de durduruldu.

Irak savaşının düzenlenmesinde rol alan ve bir süre sonra da Dünya Bankasının başına geçen Wolfowitz, bu projeyi ve başka bir su özelleştirme projesini harekete geçirmek için Hindistan’a geldi, protesto edecektik, beni çağırdı ve konuşmak istedi. Ve ona küçük bir kap dolusu su götürdüm, ve “suyun bir mal olduğu yanılgısı içindesiniz, suyun kutsal olduğuna inanan 1 milyar insanın bulunduğu bir ülkeye geldiniz, ellerinizi bu sudan çekin” dedim.

5 Comments

  1. O DDT good for meeee reklami beni hem gulduruyor, hem olduruyor 🙁 Tum bu yazilanlari tek carpici noktada da guzelce acikliyor!
    Uc taneden koca kamyona uretilen tohumun hikayesi de hepimize ornek olur insallah!

  2. Herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. İzninizle referans verebilir miyim?

  3. İlginç bir yazı, yazılanlara katılıyorum, yazıyı okurken aklıma Kur’an-ı Kerim’den Bakara Suresinin 205’inci Ayeti geldi;

    “onlar ekini ve tohumu bozar, nesli de bozarlar..”

    Öyle değil mi tohumu bozdular, neslimizi geleceğimizi elimizden alıp bozuyorlar.

    başka bir konu daha var, sayfanızda 2014 yılı için hiç gönderi bulunmuyor. Bahçenizi ve yeni mahsullerinizi merak ediyorum.

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*