Arayıcı

Geçenlerde konusu bana çok ilginç gelen bir makaleye rastladım. Buna göre, çok eskilere, hatta en derin ve ilkel içgüdülerimize dayanan, ama bugün bir “trend”e dönüşmekte olan yeni bir hobi ortaya çıkmış. Görünüşe göre giderek  yayılıyor ve yayılacak da. İngilizce’de bu hobiye verilen isim “Foraging”, Türkçesi ise:
Yiyecek veya erzak aramak; toplamak; arastirmak.
Yiyecek veya erzak bulmak için dolaşmak, gezinmek, uğraşmak
Bir araştırma yürütmek, didik didik aramak; yiyecek peşinde koşmak
Bu kadar uzun uzun ifade etmek yerine, kısaca “arayıcılık” diyorum bu hobiye, çünkü yapılan iş aramak, taramak, bulmak.

Makaleyi okuyunca birden yaptığım bir çok şey anlam kazanıverdi. Bu mevsimde sabah yürüyüşleri sırasında rastladığım iyice olgunlaşıp, tatlanmış, siyahla kırmızı arası bir renk almış böğürtlenleri ve dallarından düşecek hale gelmiş olgun yol kenarı incirlerini niye toplayıp, toplayıp eve getirdiğim örneğin. Ya da, kışa doğru iyice kızarmış, hatta bir de don yemiş kuşburunlarını, köpeğimin can sıkıntısıyla mızırdanmalarına rağmen toplamaya çalışmam; ormanda olgunlaşmış gövenleri bunlardan reçel olur mu acaba diye inceleyişim; ne olduğunu bilmediğim, ağaç dallarındaki mini mini kırmızı meyveciklerin tadına bakışım; ilk baharda yenilebilir otları ve mantarları tanımadığıma hayıflanışım. Hepsinin, ama hepsinin ortak bir nedeni varmış. Farkında olmadan “arayıcılık” yapıyormuşum meğer.

Bu yeni hobi için İngiltere’de kurslar açılmış. Kursa kayıt oluyorsunuz ve uzman sayılabilecek bir arayıcıyla birlikte yola koyuluyorsunuz. Gün boyunca yenilebilir her türlü mantar, meyve, ot, ne varsa tanıyor, hatta dönüşte nasıl pişirebileceğinizi bile öğreniyorsunuz. Üstelik bu işi şimdilik hayatta kalmak için değil, zevk için yapıyorsunuz.


Sözünü ettiğim yazıda* soruları yanıtlayan John Wright mantarlar hakkında bir kitap yazmış, aynı zamanda “arayıcılık” kursları da düzenliyormuş. Wright’ın teorisine göre alışverişin bir tür terapi yerine geçmesinin nedeni, içimizdeki doğal arayıcılık içgüdüsünü tatmin etmesiymiş. Bunun temel içgüdülerden biri olduğunu da öne süren Wright, insanın kendi yiyeceğini ararken tüm dert ve tasalarından sıyrılarak neşe içinde bu işe odaklanabildiğini söylüyor. Hatta bu güdüyü tatmin etmek amacıyla psikologlardan aldıkları tavsiyelere uyan süpermarketlerin, bazı yiyecekleri özellikle bulunması zor yerlere yerleştirdiklerini ve bunları bulan alıcıların kendilerini ödüllendirilmiş hissettiklerini de belirtiyor.

Wright’a göre bu hobi için pek fazla alet edevat gerekmiyor: bir sepet, bir bıçak, bir de önünüze çıkabilecek bazı dalları kesmek için bir bahçe makası. Yalnız bu işi ciddiye almak gerekiyor, bu öyle alelade bir yürüyüş değil, adı üstünde arayıcılık. Gözünüzü dört açmanız önemli. Biraz bitkilerden anlıyor olmak da işinizi kolaylaştırabilir, ama ilk sefere bilen biriyle çıkmak en iyisi. Arayıcılık yapanların dikkat etmesi gereken bazı kurallar var. Örneğin, dolaştığı yeri sormak bir arayıcıya yapılabilecek en büyük kabalık, yani herkes kendi rotasını kendi çizecek ve mümkünse gizli tutacak. Anlaşılan burada da indirim günlerinde mağazalarda gerçekleşen rekabete benzer bir durum söz konusu; ne de olsa kimse olgunlaşsın diye günlerce beklediği incirlerin bir başkası tarafından kapılmasını istemez. Bir diğer kural özel mülklerde izinsiz arayıcılık yapılmayacak. Bence yol kenarında, çitlerin dışına taşmış ağaçlardan dökülen meyveler ve dalları kırmadan alabileceğiniz makul miktarda göz hakkı bu kuralın istisnası olmalı, ama ekmeğini bahçesinden çıkaran insanların binbir zahmetle ürettiği meyveleri, sebzeleri talan etmek haksızlık olur ve arayıcılık ahlakına da sığmaz.

Bir başka arayıcı, yenilebilir yabani bitkiler üzerine kitabı bulunan R. Cohen, arayıcılığı paylaşımın kutlanması olarak görüyor. Dışarı çıkmanın, yabani bitkileri bulmak, toplamak ve pişirerek yemenin, insanın kendisini eko-sistemin bir parçası olarak hissetmesini, Tabiat Ana’nın öz çocuğu olarak görmesini sağladığını öne süren Cohen’in önerileri arasında sarmaşık olarak bilinen “Smilax Aspera“nın taze sürgünleri, kara hindiba sapları gibi tanıdık bitkiler de yer alıyor. Kara hindiba’nın çiçekleri açmak üzereyken, köke yakın, kısa saplarının toplanıp, 60 saniye haşlanması halinde ıspanak, mısır, enginar karışımı bir lezzetle karşılaşılacağını da, bu bitkinin kavrulmuş kökleriyle yapılan kahvenin Japonya’da çok sevildiğini de Cohen’den öğreniyoruz.

Bana en ilginç gelenlerden biri Kanada’nın mükemmel lezzetlerinden biri olarak nitelendirilen, bizim aşk merdivenine benzeyen eğrelti türünün (ostrich fern /devekuşu eğreltiotu) henüz yapraklarını açmamış, minik filizlerinin buharda pişirilip, sote edilerek yenmesi ki çok leziz olduğu söyleniyor.

Bildiğim kadarıyla memleketimizde de bir çok kişi bahar gelince yenilebilir otları toplamaya çıkıyor. Küçükken babaannemin de her bahar ısırgan toplamaya çıktığını hatırlıyorum, o zaman şimdiki gibi plastik eldivenler de yoktu, çıplak elleriyle nasıl başarıyordu bu işi bilmem. Ispanak gibi pişirdiği bu yemekten yılda bir kez ille yememiz gerektiğini söylerdi bize. Pişmiş olduğu halde hala dilimizi, dudaklarımızı dalayan bu yemeği tadından değilse de, harcadığı emeğe saygıdan itiraz etmeden yerdik. Meyvelitepe’nin bulunduğu köyde de bahar gelince gençler tepelerdeki ormanlara çıkıp mantar topluyor, sonra da bütün köye dağıtıyorlar. Mantar işi beni biraz aşıyor doğrusu, tadına çok da bayılmadığım bir şey için bütün ailemi tehlikeye atma fikri pek makul gelmiyor. Ama bilenler için farklıdır muhakkak. Bizde de otları tanıyan şanslı grup, İngilizler gibi ekmeğini ottan çıkarmak için kurslar düzenleyip, ot cahillerini aydınlatsa ne iyi olur. Ben kendi adıma gelecek bahara hazırlanmak için Tijen İnaltong’un “Bir Ot Masalı” kitabını ısmarladım.

Bugün de Meyvelitepe’de İstanbul’un keşmekeşinden bunalmış olarak gelen kızımla arayıcılık yaptık. Uzun, ince, ağaçlarla ve meyve, sebze bahçeleriyle çevrili patikada yürürken neler bulduk neler. İyice olgunlaşmış böğürtlenleri toplayarak başladığımız yürüyüşte, silkelenmiş kestane ve ceviz ağaçlarının altına dökülmüş kestaneler, cevizler, derken bir kenarda kendi kendine büyüyüp kocaman armutlarını gelen geçene ikram etmeye meraklı bir armut ağacı ve hatta bir de yavru köpek. Yorgun ama mutlu eve dönüşümüzde yemişlerin yanı sıra, pek hareketli ve yaramaz köpecik de bizimle geldi, bahçede dinlenirken köpeklerin komik ve eğlenceli oyunlarını kahkahalarla seyretmek de caba oldu.

Son zamanlarda eskiye özlem, doğaya dönüş, kadim bilgilerin yeniden irdelenmesi gibi temaların giderek artması, hatta bu yazıya konu olan ilkel ve temel içgüdülerin canlanması ne kadar da ilginç. Yoksa mahvettiğimiz Tabiat Anamız bizi affetmeye hazır, kucağına mı çağırıyor. Son şansımızı kaybetmemek için bu çağrıya daha fazla kulak tıkamasak…

* Country Living, Eylül, 2008

5 Comments

  1. Bazı insanlarda maksimum düzeyde arayıcılık iç güdüsü hakimken (buna bilgi arayıcılığı da dahil) neden bazı insanlarda arayıcılık sıfır düzeyde?
    Arayıcı olmak sonradan kazanılan bir özellikten daha çok genetik bir özellik olamaz mı?

  2. Anlattıklarınız gerçekten ilginç. Bir de kadınların toplayıcı, erkeklerin avcı olduğu dönemlerden bahsedilir geçmişte. Genlerimize işlemiş olduğunu varsayabiliriz sanırım bu eylemin. Gözlere hitap eden meyveleri de dahil edersek buna, kendimi şehir ortamında bile huyundan vazgeçmeyen sıkı bir arayıcı sayıyorum 🙂
    Selamlar…

  3. Okuduğum yazılarda şehir ortamında da arayıcılık yapılabileceğinden söz ediliyordu, önemli olan görmesini bilmek. En azından insan yaşadığı semtte hangi bahçede ya da parkta ne ağacı var, bahar gelince mis kokular için hangi sokağa gidilir bilirse, bu bile biraz olsun doğa özlemine iyi geliyor. Şehir ortamı bile arayıcıları durduramıyor, gerçekten genlerimizde var belli ki:)

1 Trackback / Pingback

  1. Mantardayız | Meyvelitepe - Çılgın Kalabalıktan Uzak

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*