Elveda Küçük Gelincik

Meyvelitepe’yi hazırlarken yaşadığımız yerde küçük ormanlarım var benim; biri ardımızda yükselen tepede girişleri sık, dikenli çalılarla kapanmış ve yaz başında her nefeste baş döndüren kokusuyla bir ıhlamur ormanı. Diğeri ise hemen önümüzde, içinden bir patika geçer, bir ben geçerim, bir köpük, bir de çıkışındaki evin çobanları eşliğinde sığırlar. Mevsimleri bu küçük orman haber verir. Daha kış ayları bitmeden baharı müjdeleyen portakal rengi çiğdemler orada açar, eflatun çuha çiçekleri de; sonbaharda ayaklarımızın altındaki patikaya altın yapraklı bir halı serilir, yağmurdan sonra toprak kokusu, nemli meşe gövdelerinin kokusuna karışır, ilkbahar altın halıyı yeşile çevirir. Yaz sonunda fundagiller meyve vermeye başlar, bir köşede buğulu mavileriyle gövenler, derken kuşburunları, yanda akan derenin kıyısında böğürtlenler ve kimlerin ekip bıraktığını bilmediğim tatlı üzümler, elmalar. Köpük ve ben çıtır çıtır sesler çıkararak yürürken yeşil yolda, görünmeden kaçışan hareketli orman ahalisinin seslerini duyarız. Köpük kulak kabartır, koklar, arar, bulamaz.

Zaten bir yaz günü yolumuz üzerinde taş gibi kıpırdamadan duran kaplumbağayla da ilk kez orada karşılaşmıştık. Taş meraklısı köpeğim başına dikilip “bu taş değil, bu taş değil” diye bağırmıştı bana bakarak. “Değil” demiştim, “bırak onu, ürkütmeyelim.” Gel zaman, git zaman alışmıştı bize kaplumbağacık, derken yanından geçerken kabuğuna saklanmak zahmetine bile girmez olmuştu. Kendisini ılık yaz sabahlarında dalların arasından sızan güneşe sereserpe bırakmış güneşlenirken görür, hatta bazen de selamlaşırdık. Yavru gelincikle göz göze gelişim de bu ormanda oldu. Belli ki o ilk defa bir insan görüyordu, tıpkı benim ilk defa bir gelincik gördüğüm gibi. O saklandığı çalılığın ardında ayağa kalkmış merakla bana bakıyordu ve ben de ilk defa rastladığım bu küçük sevimliye. Bir süre bakıştık, inceledik birbirimizi. Bilmem o hatırlar mı, ama ben hiç unutmadım o meraklı, sevimli, boncuk boncuk, sıcacık bakan kara gözleri.

Bu sabah yürüyüşe çıktığımızda ormanımızın girişini meraklı gözlerden koruyan, her zaman kuzuların otladığı yemyeşil çayırlığı çevreleyen, yabani kızılcık ağaçları ve böğürtlenlerin yerinde kepçe izleriyle hoyratça tırmalanmış, sökülmüş ağaç kökleriyle karmakarışık, çamurdan bir alan gördük. Köpük hayretle daldı çamurların arasına, şaşkın şakın bakındı sağına soluna. Ben inanamadım gözlerime, yanlış yere baktığımı sandım, gözlerim yabani kızılcıkları aradı tekrar. Yoktular. Topu topu bir gün yoktum burada, ne olduğunu komşulara sordum. “Duymadın mı? 2B yasası çıktı, orası da araziydi, artık buralara Toki evleri yapılacakmış” dediler. “Ormana da mı?” dedim. “Evet” dediler. Yağmur yağıyordu.

2B yasası çıkmış! Gözleri aydın olsun bekleyenlerin. Hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını biliyoruz. Önce orman idaresindeki birileri kimselere gösterilmeyen “gizli plana” göre orman sınırlarını yeniden belirledi. Derken çocukken buğdaylarıyla yapılmış esmer köy ekmeklerini yediğimiz, kağnılarla getirilip anneannemin bahçesine yığılan kuru mısırlarının tanelerini oyun sanarak komşu teyzelerle birlikte koçanlarından ayırdığımız, taze ayçiçeklerinden parmaklarımızı mora boyayan çekirdeklerini tek tek toplayıp yediğimiz, cumhuriyetle yaşıt tapulu tarlamızın aslında orman, çoğunun da 2B olduğunu öğrendik. Birden bire o çevrede arazilerin değerlerinin bir kaç katına çıkıverdiğini de o zaman farkettik, söylentiye göre serbest bölge yapılacakmış oralara. Belli ki birileri çok önceden biliyormuş, biz bilmiyorduk. Hatta doksan yaşında ölen rahmetli anneannemin doğduğu köy de ormanmış, pardon, orman olma vasfını kaybetmiş 2B arazisi. Anladığımız dile tercüme edersek bunları şöyle demeliyiz: evlerinin, tarlalarının olduğu arazilere orman şerhi konulan köylüler, kendilerine tanınan sınırlı sürede  hem çok pahalı hem de kazanılması imkansız olduğu için orman idaresine dava açamayacak; doğup büyüdükleri yerleri, bir zamanlar onlara tapular vermiş ve aksatmadan vergilerini toplamış aynı devletten ya üste para ödeyerek satın almak zorunda kalacaklar ya da daha büyük olasılıkla anılarını, yuvalarını, bağlarını, bahçelerini, toprağında yatan dedelerini, ninelerini oralara çoktan gözünü dikmiş hazır bekleyen akbabalara bırakıp gidecekler. Görünüş her ne olursa olsun ve kim ne derse desin, anladığımız kadarıyla bu büyük bir iş, hem de çok büyük bir iş, ne insan hakkı ne mülkiyet hakkı ne adalet, işin garibi, ne de orman dinliyor. Öyle ki basın bile bu konuları minik haberlerle geçiştirirken bir “Kur’an kursu açılımı” peşinde ağaçlardan yapılma tonlarca kağıdı ve mürekkebi, ekranlarda ise saatleri harcamakta beis görmüyor.

Demek bundan böyle benim küçük ormanım ağacıyla, otuyla, çiçeğiyle, sakinleriyle pekala bir ormanken, ormandan sayılmayacakmış. Gözlerini hırs bürümüş, doymak bilmez insanların gönderdiği kepçelerle acımasızca köklerinden sökülecek, yeşil yolum cennetlikten çıkıp beton cehennemine dönecekmiş. Böyle bir hırsla yaşayanlara, elini yalnız ağaçların, hayvanların değil çocukların ve dünyanın geleceğinin de kanına bulayanlara söyleyecek söz bulamıyorum. En iyisi dünyanın gelmiş geçmiş en iyi söz ustası seslensin kara vicdanlara  Machbeth‘in “Acaba bütün okyanusların
suyu elimi bu kandan temizler mi? Hayır; belki de şu elim sonsuz denizleri
kana çevirir, yeşil renklerini baştan başa kızıla boyar
” ve Lady Macbeth‘in “İşte hâlâ kan kokuyor. Arabistan’ın bütün ıtırları şu minicik
elin kokusunu temizleyemez. Ah! Ah! Ah!
” sözleriyle.

Küçük gelinciğim, keyifli kaplumbağam o hiç bir zaman temizlenemeyecek eller henüz kanınıza bulanmadan, kepçeler darmadağın etmeden yuvalarınızı kaçın gidin buralardan uzaklara, çok uzaklara…

Ve hatta ne olur bizi de alın yanınıza.

10 Comments

  1. ben ne diyeyim şimdi buna???:(((((((((((lanet okumak doğru değil ama ama diyeceğim işte: Lanet olsun, hem de binlerce kez… Bu zihniyete ve ona tapınanlara…

  2. “Ihlamur ormanı mı?!” diye keyifle başlamıştım yazıya. Üzgünüm şimdi. Bu zihniyeti anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum 🙁

  3. Nedense konusu doga ve hayvanlar olan hic bir hikaye iyi bitmiyor. Bu yuzden okumaya basladigimda tedirgin oldum.
    Cok uzgunum… En cok da elimizden hic birsey gelmedigi icin.

  4. o yasaları cıkaranlar bir gün muhakkak kendi nefeslerinde bogulacaklar. buna emin olun. doga kendinden alınanları muhakkak bir gün geri alıyor .yaşayan biri olarak söylüyorum. ha bu arada ben pınarın abisiyim.

  5. Ben de doğanın iyi ya da kötü kendisine yapılanları karşılıksız bırakmayacağına inanıyorum. Bazen çok olumsuz görünen olayların tersine olumlu sonuçlar verebileceğini de gördüm.
    Herkesi böylesine üzmek istememiştim, hem ne de olsa orman hala yerinde ve hala umut var:)
    Duygularını paylaşan herkese teşekkürler.

  6. bence doğa olmasaydı hayat olmazdı ama bazı kişiler doğa nın önemini bilmiyorlar Allah onları islah etsin başka da aklıma bişey gelmiyor

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*