Dıral Dede’nin Düdüğü*

Meyvelitepe günlüğü yayına başlayalı altı yılı geçmiş. Bu sayfalarda, önce şehirden kaçıp kırsal bir arazide yerleşme çabaları, sürekli yaşayacağımız bir evin planlanıp yapılması, sonra bahçemizde olabildiğince yiyeceklerimizi yetiştirmeyi de kapsayan yeni bir yaşam tarzının, bir bakış açısının oluşturulup hayata geçirilmesinin hikayesini yansıtmaya çalıştık. Pek çok kişi, kimi beğenerek kimi garipseyerek yazılarımızı okudu. Bir çok olumlu tepki aldık. Doğrusu, günlüğümüzü yazmaya bu kadar devam etmemizde bu olumlu tepkilerin büyük etkisi oldu.

Son bir kaç yıldır bahçe ile ilgili yazılar daha bir ağırlıkta oldu. Kimyasallar ve zehirli pestisitler kullanmadan yetiştirilen sebzeler, meyveler, bunlar için amatörce yaptığımız literatür ve saha araştırmaları, olur mu ki diye denediğimiz çeşitli yöntemler, bazen başarısız bazen de başarılı çeşitli bulguları kapsayan, yaşadığımız bir dolu deneyimi yazdık.

Çağan Şekercioğlu WFN award

Yazılarımızda aynı şeyleri tekrarlamayı pek sevmiyoruz. Bu yüzden her mevsim tohum ektik, fide yaptık, şöyle büyüdüler anlatısı bir önceki yıl olanların benzeri olduğunda bazen yazmamayı tercih ediyoruz. Öte yandan çeşitli konularda, genellikle ihtiyaçtan kaynaklanan bir çok araştırma halen devam ediyor. Bunlardan sonuç aldıklarımızın bir kısmını yayınlıyoruz, yanlış anlama ya da yanlış uygulama olasılığı olanları ise yayınlamaktan kaçınabiliyoruz.

Bahçe ile ilgili yazıların çoğunlukta olması bir çok okuyucuyu Meyvelitepe’yi sadece organik tarım anlatan bir internet sitesi şeklinde düşünme yanılgısına düşürebilir. Oysa öyle bir amacımız yok ve hiç olmadı. Doğal tarım prensipleriyle sebze meyve yetiştirmeyi sadece yaşam tarzımızın bir parçası olarak görüyoruz.

Esasında dünyada git gide mutlu bir azınlığın ayrıcalıklı beslenme kanalı olarak muhafaza edilen ve büyük şirketlerin kontrolüne sokulmaya çalışılan monokültür organik tarımla da bir ilgimiz yok.

Meyvelitepe, kendimizce bir yaşam tarzı ve bakış açısını anlattığımız bir süreçtir.

Doğayı yok sayan, kısa vadeli eldeler uğruna uzun vadeli ve geri dönüşü olmayan tahripleri mübah sayan sistemin olabildiğince, gücümüz yettiğince dışında kalma çabasındayız. Bu bakımdan pek çok düşüncemizi “duruş” başlığı altındaki yazılarda toplamıştık.

Kısa vadeli çıkarlar sebebiyle devletlerin ve şirketlerin yeryüzü coğrafyasını, hava, su ve toprağı, her türlü canlı ve biyolojik varlığı tahrip etmesini, geri dönüşü olmayacak şekilde değişikliğe uğratmasını tasvip etmiyoruz.

Ne yazık ki, bunların önemlice bir bölümü yer kürenin tümünde, özellikle de küresel şirketler ekonomisinin söz sahibi olduğu her yerde gün be gün gerçekleşiyor ve büyük olasılıkla önümüzdeki yıllarda toplumların en büyük sorunlarını oluşturacaklar.

Kısa vadeli bilanço hedefleri sebebiyle hala göz ardı edilen iklim krizi bunların başında geliyor. 350 ppm CO2 limitinin çoktan geçildiği atmosfer artık 400 ppm’in üzerine tırmanmaya başladı. Doğanın çok da uzun olmayan bir vadede insanlık da dahil dünya yaşamına çok ağır bir darbe vurması kaçınılmaz görünüyor.

Bitki ve hayvanların genetik yapılarının insan eliyle değiştirilerek gezegenin canlılarına müdahale edilmesi şimdiden önemli ve çok boyutlu bir küresel sorun.

Genetik yapısı değiştirilmiş gıda, yem ve endüstriyel bitkilerin doğaya salınmasıyla, doğada kendi kendine olamayacak genetik özellikler, var olan tüm bitki ortüsünü, biyolojik çeşitliliği ve gıdayı tehdit ediyor. Sebep olarak gösterilen yabani bitki öldürücü zehirlere direnç, bazı zararlılara direnç beklentileri ise işe yaramıyor çünkü doğa her şeyde olduğu gibi dengeyi sağlayıp yabani bitkilerin de zehirlere dirençli olmasını, zararlıların da bitki dokularına yerleştirilmiş toksinlerden etkilenmemesini çoktan sağladı.

Boyutlardan bir diğeri, insan ve hayvanların binlerce yıllık diyetlerinin DNA seviyesinde değişmesinin toplum sağlığındaki etkileri. Her türlü engele rağmen yapılabilen bilimsel araştırmalar bu yiyecekler tüketildiği takdirde pek çok olumsuz sağlık etkisini şimdiden ortaya koydu. İnsanın diyetinde hiç olmayan yabancı DNA’lar, bunların üretiminde artık her zamankinden de çok kullanılan pestisitlere bulanmış ve her hücresinde toksin bulunan gıdalar ise toplumlara reva görüldü.

Çok ciddiye alınması gereken bir diğer boyut ise, genetiği değiştirilmiş bu organizmaların 4-5 tane küresel şirketin patentli malı olması ve bu yolla dünyadaki tüm gıdanın bu şirketlerin kontrolüne sokulma çabası. Söz konusu şirketler ve bu şirketlerin merkezlerinin bulunduğu devlet hem iç hem de dış politikasında toplumların zorla bu gıdaya mahküm edilmesini, direnen ülkelere her türlü yaptırım uygulanarak toplumların beslenmesinin küresel boyutta kontrol edilmesini sağlamaya çalışıyor. Bunda önemli bir mesafeyi de katetmiş durumdalar.

Toplumlar ve farkında olan bireyler, bir çoğunu kamuoyunun bilmediği uluslararası anlaşmalarla devletler tarafından desteklenen bu saldırıya direnmeye çalışıyorlar.

Tüm bunların üzerine ülkemizde son yıllarda çokça konuşulan ve fazlasıyla endişe uyandıran gelişmelerden biri akarsuların su kullanım haklarının 49 yıllığına özel şirketlere satılması. Şirketler, haklarını satın aldıkları akarsuları kaynağından itibaren borular içine alıyorlar ve denize dökülünceye kadar borular içinde akan sudan yer yer kurulan santraller ile enerji üretip devlete satıyorlar.

Su gücünden enerji elde edilmesi karşı çıkılacak bir şey değil elbette ama bunun yöntemini çok acımasızca ve tahripkar bulduğumuzu belirtmeliyiz. Binlerce yıldır yataklarında akarak geçtikleri vadilere, ovalara, ormanlara hayat veren, buralardaki bitki örtüsünü, mikro organizmasından büyüklü küçüklü hayvanlarına kadar, su altı ve su çevresindeki tüm ekosistemi besleyen ve yakınındaki insanların yaşamına destek olan suyun tamamen uzaklaştırılması, yok edilmesi anlamına gelen bu uygulama tek kelimeyle dehşet verici.

Halen yüzlerce derede böyle binlerce santral kurulacağı düşünülürse, bunun ülke topraklarının önemlice bir bölümünün sudan arınması anlamına geleceğini tahmin etmek güç değil. Kaynağından itibaren her biri kendi ekosisteminin temel unsuru olan su olmadığında, doğa bunun yerine içinde su olmayan başka bir ekosistemi oluşturur ki, küresel iklim değişikliği ile birlikte değerlendirildiğinde bu insanlar dahil tüm canlılar için korkutucudur.

Yer olarak değeri yüksek diye şehirlerdeki kamuya açık park, meydan, istasyon, iskele vb. alanların giderek azaltılması, buraların özel şirket ya da şahısların kullanımına verilerek toplumun bu alanları kullanımının kısıtlanması son yılların bir başka endişe verici gelişmesi.

Ülke nüfusunun yarısının 2-3 şehre, çeyreğinin ise tek bir şehre sıkışmasına sebep olacak politikalar bir yandan o şehirlerde yaşamı git gide güçleştirirken, bir yandan da o şehirlerdeki kamu alanlarının rant sebebiyle azaltılmasının toplum çıkarına olmadığı sonucuna varmak çok güç değil.

Son yıllarda onlarca irili ufaklı kamu işletmesinin özelleştirme yoluyla satılmasından elde edilen gelirlerinin önemlice bir bölümünün alt yapı harcamalarına gittiğini düşünüyoruz. Telaffuz edilen rakamlara göre binlerce kilometre bölünmüş yol, otoyol vb. yapıldığı söyleniyor. Öte yandan kamu gelirleriyle yapılan bu yatırımların ne ölçüde kamuya yansıdığı, toplum ve bireylerin ulaşımını ne kadar rahattlığı fazlasıyla tartışılır.

Özel aracınız yoksa ya da dünyanın en pahalı benzinini yakmak istemezseniz veya araç kullanarak trafik terörünün içine girmek istemezseniz toplu taşıma kullanmak zorundasınız. Örneğin bize en yakın ilçeden 40 kilometrelik mesafeyi aşarak  il merkezine ulaşmak için 15 kişilik araca 25 kişi bindiren havalandırmasız minibüslere, yaklaşık bir saat katlanmak gerekiyor. Bu 10 yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle.

Dahası, iki yıl öncesine kadar bulunduğumuz ilçeden otobüs ile 2 saatte İstanbul Anadolu yakasına gidilebilirken artık bu süre 4 – 4,5 saate çıktı. En azından il merkezine ulaştıktan sonra zaman zaman tercih ettiğimiz tren seçeneği, dolayısıyla bir saatte İzmit – Bostancı yolculuğu da bir yılı aşkın bir süredir tamamen hayal oldu.

Yol medeniyetin göstergesi midir? Bir ülkedeki medeniyet göstergelerinden biri olarak yol yapımını saymak tamamen aldatıcı olur, olması gereken ölçüt, toplumun gerçek ulaşım imkanları olmalıdır.

Başka ülkelerde durum nedir diye merak edip, İngiltere, İspanya, Romanya ve Küba ile ülkemizi karşılaştırmaya çalıştım:

Görebildiğimiz kadarı ile durum hiç de iç açıcı değil. Son yıllarda bazı ana hatların sökülüp, yerine saatte 250 km hız yapabilen trenler için özel hatlar yapılmasının popülist bir yaklaşım olarak esas probleme çare olmadığını düşünüyoruz, ki bu esnada milyonlaca insanın eskiden var olan bir imkandan yıllarca mahrum kalması da cabası. Özetle, ülkenin saatte 250 km giden trenden önce, binlerce kilometrelik demiryollarına ve bu yollarda sık işleyen düzenli trenlere ihtiyacı var, varsın saatte 100 kilometre ile gitsin. Maalesef bundan sonraki zaman diliminde böyle bir program olmadığı gibi gerçek ulaşıma aktarılacak kaynaklar da tüketilmiş olabilir.

Bulduğum bir makalede İngiltere’de demiryollarının gelişimi anlatılıyordu. Buna göre, 160 yıl önce, 1839-1852 yılları arasındaki 13 yıl içinde yandaki haritada görülen inanılmaz hızlı bir gelişim olabilmiş. Tabii ki şu anki durumundan bahsetmeye gerek bile yok, kibritçi kız gibi içimizi çekebiliriz ancak.

Su ve ulaşım ile ilgili sorun ve kaygılara ilaveten, ülkedeki tarım politikalarının da endişe verici olduğunu düşünüyoruz. Uygulanan politikalar köylüyü git gide 3-5 büyük şehrin varoşlarına konumluyor. Ülke, kendi insanının karnını doyurabilen bir konumdan çoktan uzaklaştı.  Bu da bizi temel gıda girdilerini uluslararası borsa fiyatlarından satın almak veya diğer ülkelerin reddettiği gıda maddelerini türlü entrikalarla, kendi mevzuatımızı da kandırarak, ithal edip, tüketmek zorunda bırakabilir.

Son yıllarda bir başka garip uygulama da köylerin mahalle yapılması oldu ki, maalesef bizim köyümüz de bu gruba dahil.  İlçeden onlarca kilometre uzakta, tarım ve hayvancılık yapan köylerin mahalle yapılması sonucunda artık köy olarak görülmediği için köy hizmetleri alamayan bu yerleşim yerleri, belediyelerden mahalle hizmeti de alamadıkları için kaderlerine terkedildiler, üstelik sulama giderleri de ciddi biçimde arttı. Uzun lafın kısası, köylü artık milletin efendisi değil. Toprakların şirketlere devri, köylü ve küçük çiftçinin bitirilmesine yönelik politika, ne yazık ki toplumun beslenmesini küresel borsalara ve dünya ticaret örgütlerinin güçler savaşındaki insafına bırakacak gibi görünüyor.

Unutmamalıyız ki, bir ülke her şeyin yoksunluğuna katlanabilir ama açlık hariç. Bu yüzden günümüzde herkesin, her imkanı kullanarak olabildiğince kendi yiyeceğini üretmeyi öğrenmesi bir zorunluluk. Toplumu oluşturan bireylerin ise hangi şartlarda ve nerede üretildiğini bildiği, sağlıklı gıdaya ulaşabilmek için çaba göstermesi ve hatta bunu ısrarla talep etmesi gerekli.

Bunların dışında elbette çoğulcu, toplumu oluşturan tüm bireylerin temsil edilebildiği; özgürlükçü; hukukun, gücü elinde tutanın değil, haklının ve doğrunun yanında ve gerçekten üstün olduğu; insan haklarının ve adaletin her şeyin üzerinde tutulduğu bir demokrasiye de en az ekmek ve suya olduğu kadar ihtiyacımız var.

*Dıral Dede’nin Düdüğü Barış Manço

5 Comments

  1. Yazdıklarınıza katılmamak mümkün değil.Bunca protesto ve ikaza rağmen su kullanımının düzenlenmemesinin sebebi bilgisizlik mi, görgüsüzlük mü, yetkin olmayan kişilerin elinde oyuncak olmak mı, yoksa hepsi birden mi?

  2. Yazdıklarınızı saygı ile okuyorum, ve içimde oluşturduğu coşkuyla sevdiklerimle paylaşıyorum.
    Belki bir gün dünya iyiliğe yönelir, Dıral Dede’nin düğünden önce, umut dolu ceplerimiz.

  3. Yazdıklarınıza sonuna kadar katılıyoruz.
    İnsanın en temel ihtıyacı yiyecek. Temelimizi bu kadar bozmalarına izin verirsek diğer ihtiyaçlarımızı nasıl düzgün karşılayabiliriz ki. Uyanık olmamız lazım hem kendimiz hem gelecek neslimiz için.

  4. Yazılarınızı dört yıldır beğeniyle okuyorum.Notlar aldığım,tarımcı arkadaşlarla paylaştıklarım da oldu.Deneyimlerinizi paylaşmanız taktir edilecek bir davranış.Tarımda içinde bulunduğumuz durumu,HESleri ve demiryollarını irdeleyen son yazınızda çok güzel.Ülkesini seven insanların farklı düşünmesi mümkünmü?

  5. Yine harika bir yazı olmuş! Kör gözleri açacak cinsten, herkese okutmalı. Deneyimlerinizi büyük bir keyifle takip ediyoruz. Daha önce de yazmıştım, blog adresini de paylaşmıştım yaklaşık 1 senedir yollardaydık, 15 gün önce Van sınırından girdik ülkeye ve yolculuğa at sırtında devam etmeyi planlıyoruz. Rotamız oluşmak üzere. Güney Doğu Anadolu, İç Anadolu, Akdeniz, Ege ve Marmara bölgesini geçip İstanbul’a ulaşmayı planlıyoruz. Uzun sürecek tabi başarabilirsek, en azından deneyeceğiz yaklaşık 3 ayı bulur gibi İstanbul’a gelişimiz.. Rotaya meyveli tepeyi de eklemek, misafiriniz olup yaşam deneyimizi yakından görmek ve pek çok soru ile kafanızı şişirmek istiyoruz;)

    İletişim için cevabınızı,
    [email protected] a bekliyorum.

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*