Kestaneli Geceler

Sonbaharla birlikte başladı bahçedeki kestaneli günlerimiz. Bahçenin alt sınırlarını donatan dev kestane ağaçları dikenli küpeleriyle sıra bize geldi der gibiydiler, kestane kebabı aşkına bu çağrıya kayıtsız kalamıyoruz.

İlk kez kestaneleri kendi ellerimizle toplayacağız dalından. Lakin bunun pek mümkün olmadığını görüyoruz, çünkü kestane kozaklarına çıplak elle dokunmak imkansız. Neyseki çırpıcı dostumuz var. Elindeki sopanın uzunluğu beni hayrete düşürüyor kaç metredir bu diyorum “4 kulaç” diyor. Bakışından anladığıma göre bu sopanın uzunluğunu metre cinsinden sormak bile cahilce. Ama ben yine de meraktan araştırıp öğreniyorum ki 1 kulaç 2 endazeye o da 1.3 metreye eşdeğermiş.

Çırpıcı dalından düşürüp daha önce hazırladığı bir çuval kozağı önüme koyuyor, diğer elime de bir çekiç veriyor ve ayıkla bakalım bunları diyor. Neyse ki bahçeye gelmeden önce köyde kestane kozakları ayıklayan komşuların birinden ilk dersimi alıp da gelmiştim. Onlar bir ucunda yarım ok başı varmış gibi görünen bir sopayla vuruyorlar kozaklara ve açıldığında usulca, dikenlere dokunmadan kestaneleri çıkarıyorlar içinden. Çoğunlukla bir kozaktan üç kestane çıkıyor.

Eşim ve diğerleri gelecek olan meyve fidanlarının yerlerini belirlemekle meşgul, iş başa düştüğünden bir elimde çekiç, önümde ayıklanmayı bekleyen bir çuval kozak, haliyle işbaşı yapıyorum. Biraz ıstıraplı olmasına rağmen kozaklardan kestaneleri çıkarmak çok zevkli.

Çocukken oynadığımız bir taş oyununu hatırlatıyor, iki avuç çakıl taşını gelişigüzel yere atarsınız da sonra kımıldatmadan bir bir toplamaya başlarsınız hani, tıpkı bunun gibi açılan kozaktan dikenlere değmeden kestaneleri almanız gerekiyor. Ancak bu şekilde, bir de deneyimsizlik olunca iş o kadar yavaş yürüyor ki, hile yapmaktan başka çare kalmıyor. Diken geçirmez elidvenleri geçirince elime nispeten hızlanıyorum ama yine de bir kaç saat sürüyor bu iş. Sonunda kestanelerin hepsini ayıklayıp da kozakları atacak yer ararken, “aman ha” diyor dostlarımız, “onları ziyan etme çünkü halis kestane gübresine dönüşüyorlar zamanla”. Bunun üzerine gübreye ya da diğer bir deyişle “kara altına” dönüşmeleri için kozakları bahçenin uygun bir köşesine bırakıyoruz.

Bahçemizdeki kestane ağaçları yabani, yani küçük ve normal boyda kestaneler veriyor. Ağaçlardan uygun olanlar geçen baharda sıkıca budanmış ve aşılanmıştı. Ancak meyve vermeleri için biraz büyümeleri gerekiyor. Bir iki seneye kadar inşallah bizde de “Hacı Ömer”ler olacak. Köyde yaygın olarak hasat edilen kestane cinslerinden biri bu, diğeri ise “Öküz Gözü” diye biliniyor (benzetmeye bakarak boyut tahminini size bırakıyorum). Kestaneler gelince kebaplı geceler de başladı haliyle. Kendi kestanelerimizden oluşan rezervi konu komşu ve akrabalarla paylaşarak kısa zamanda tükettik. Yeni komşularımız da bizi “Hacı Ömer”siz bırakmadı. Oldukça iri, çok lezzetli bir cins. Eskiden ekmek kızartmak için kullanılan tenekelerden edindik, ocağın üzerinde tadına doyulmaz kebaplara dönüşüyor kestaneler. Kebap yapma işini her ne kadar basit bir araçla çözdüysek de, internette bu iş için özel tasarlanıp üretilmiş gereçler olduğunu gördük. Örneğin delikli kestane pişirme tavaları, çizmek için özel bıçaklar ve hatta mini kestane fırını diyebileceğimiz kaplar mevcut yurtdışında.

İlk çıkan kestaneleri hızlı bir biçimde tüketmek gerekiyor, çünkü beklerken küflenebiliyorlar. Buzdolabında tutmak küflenmeyi biraz geciktiriyor. Depolanabilen kestaneler kış kestaneleriymiş ve daha uzun süre saklanabiliyorlarmış. Ancak istediğiniz kış kestanesi değilse biraz zahmeti göze alarak bunları da saklamak mümkünmüş. Püf noktası kestaneleri kozaklarından çıkarmadan muhafaza etmekmiş, böylece daha uzun süre sevdiğiniz kestaneden yiyebilirsiniz.

Her zamanki gibi mini bir araştırma yapmadan duramadım. Öğrendiklerime göre kestane protein, lif, fosfor, kalsiyum, demir, sodyum, potasyum gibi elementlerin yanı sıra C, B1, B2 ve B3 vitaminleri ve “0” karbonhidrat içeriyormuş. Epey zengin yani, ayrıca kandaki kolesterolü düşürdüğü, kan şekeri düzeyini kontrol altında tuttuğu, vücudun su dengesini korumasına yardımcı olduğu, potasyum eksikliğinden yakınanlar için etkili bir ilaç olduğu, kan dolaşımını hızlandırıp varis ve basurların gelişimini önlediği belirtiliyor. Hatta hayvanlarda kanser tehlikesini azalttığı kanıtlanmış. Bütün bunlardan çıkacak sonucu eski ve bilinen bir deyişle özetlemek mümkün: “ Kestane kepap, yemesi sevap”.

Kestane ağacıyla ilgili tarihsel bir öykü var mı derken, rastladığım bir yazı ilgimi çekti. Nazi katliamının en çok bilinen ve dokunaklı trajedilerinden birinin kahramanı olduğunu meşhur günlüğünden öğrendiğimiz Anne Frank, yeniyetme bir genç kızken Hollanda, Amsterdam’daki bir binanın tavanarasında iki yıldan daha uzun süre saklanmak zorunda kalmıştı. 25 ay süren bu saklanma sırasında dış dünyayla tek bağlantısı, yaşadığı tavanarasındaki camdan baktıkça ona umut aşılayan bir kestane ağacı olmuş:

“… Ve güneş 1944’de daha önce hiç olmadığı kadar parlıyordu. Kestane ağacımız çiçeklenmek üzere. Yapraklarla donanmış ve hatta geçen yılki halinden daha da güzel..”

“ Bu varolduğu sürece, bu gün ışığı ve bu bulutsuz gökyüzü ve bunun tadına varabildiğim sürece nasıl kederli olabilirim.” (Anne Frank’in Günlüğü)

Şimdilerde 150 yaşında olan bu kestane ağacı yakın zamana kadar kanalın yanında Anne Frank’in saklandığı binanın bahçesinde bir anıt olarak korunmuş. Ancak öldürücü bir mantar hastalığına yakalanan yaşlı ağacın artık kesilmesi gerekiyormuş, yine de bu ünlü kestane ağacının hikayesi böylece bitmeyecek gibi görünüyor. Anne’nin ağacından alınan kalemle aşılanan ve bu ağacın DNA’sını taşıyan yeni bir fidan hem umutlu hem de hüzünlü bir hikayenin kahramanı olan anıt ağaç kesilir kesilmez yerine dikilecekmiş.

Dileğimiz kestane ağaçlarının tüm insanlar için her zaman umutların simgesi olarak kalması; soğuk kış günlerini sıcacık yuvalarında, leziz kestane kebaplarının tadına vararak geçirebilenlerin de ne kadar şanslı olduklarını ve “kibritçi kızları” hiç unutmaması.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*