Dönemeç

Ya bu GDO yazısını yazacağım ya da sonsuza kadar susacağım. Bu konuyla ilgili kimisini okuduğum, kimisini gözden geçirdiğim onlarca kaynak sonuçta zihnimde binlerce soruya, binlerce yanıta kısacası içinden çıkılmaz bir kördüğüme dönüştü. Önce genetiği değiştirilmiş organizma da nedir diye başladım, anladığımdan emin olmak için hafızamın derinliklerindeki tozlu kütüphaneden eski biyoloji bilgilerimi çıkardım. Yeterli gelmedi. DNA, gen ve bunların çalışma biçimleri için nette bulduğum kaynağı, keşke bizim üniversitelerimiz de böyle animasyonlu bilgiler hazırlamış olsaydı diye özenerek izledim. Sonra nihayet bilgi vermek amaçlı yazılmış, ayrıca DNA ve genleri anlatan bir de video içeren Türkçe bir siteye rastladım. Gen kaçışı nasıl oluyor anlamaya çalıştım. Biyoloji bilgilerimi konuyu doğru anlayacak kadar tazeledikten sonra, sıra geldi bilgi bombardımanını yeniden analiz etmeye.

O sıralar TV kanallarımız da mal bulmuş mağribi gibi bu konuya bütün gayriciddiyetleriyle eğilmekteydi zaten. Aklıma yazları gittiğimiz deniz kıyısındaki çardak altı kahvenin incir ağacı geldi. Ülkemizde “medeniyet” olarak adlandırılan çirkin ve madeni canavar gelmeden önce yaz aylarında severek gittiğimiz bu kıyı köyünde deniz kenarında bir kahvemiz vardı. Çardak altında denize karşı keyifle çaylarımızı yudumlarken kahvenin bir köşesindeki büyük incir ağacının altında oturan çoğu emekli veya orta yaşlı erkekler grubunun büyük bir hararetle memleket meselelerini, hiç bir sonuca varamayacaklarını bile bile çözme çırpınışlarına tanık olurduk. Artık incir ağacının altında “modern” bir köy restoranı var, ama ne gam, nasılsa incir ağacı altı tartışmaları “haber programlarında” aynı sonuçsuzluk ve çırpınışla devam ediyor. Nitekim insanlarımız fonda gösterilen domates görüntülerinden son derece olumsuz etkilenmiş ve sebze satışları belirgin bir biçimde düşmüş. Hatta öyle düşmüş ki, üreticiler mağdur olmuş. İlginç, demek seçimlerimiz sonuçları doğrudan etkileyebiliyormuş; demek biz birilerinin almamızı istediklerini değil de kendi istediklerimizi satın alarak piyasayı  yönlendirebilirmişiz; demek ki biz ne talep edersek onu ürettirme gücüne ve satın alabilme olanağına sahipmişiz diye düşündüm ister istemez.

 

Bütün bu patırtı da zaten bir yönetmelik yüzünden kopmuştu. Tamam, GDO’ya hayır organizasyonu daha önce de vardı, ama sesini duyan yoktu. Ne zaman ki yönetmelik ortaya atıldı, hepimiz bugüne kadar GDO’lu mısır ve soya içeren yüzlerce ürünü afiyetle yediğimizi, çocuklarımıza yedirmiş olduğumuzu dehşetle farkettik. Yeni nesil şanslıydı, en azından artık GDO orucu tutabilir, çocuklarını sakınabilirlerdi. Oysa bizim nesil çoktan cehalet kurbanı olmuştu, yoksa istila mı demeliyim. Düşünüyorum da eğer mısır, soya, pamuk ve kanolanın içine dünyalılar değil de, dünya dışından bazı güçler bir takım “yaratık” genleri yerleştirmiş olsaydı. Şimdiye kadar dünyayı ruhumuz bile duymadan istila etmiş olacaklardı. Neyse ki, bu işi yapanlar yabancı değildi, amaçları da dünyayı istila etmekten ziyade geleceğe yatırım yapmaktı. Ne de olsa fosil yakıtlar çok uzak olmadığı öngörülen bir süre sonra bitecekti, bu durumda besin kaynaklarını yönetebilen dünyayı yönetebilecekti. Ama bu işe ciddi yatırımlar yapan şirketler güç ve iktidar peşinde değildi, GDO’lu tohumlarıyla “dünyadaki açlığa son vermekten başka” bir şey istemiyorlardı. Üstelik şirketlerinde çalışan bilim adamları bizim pek anlam veremediğimiz, ya da bilimin yüce amacıyla bağdaştıramadığımız bu işe mesai harcıyordu. Gerçi bu işe yatırdıkları ve yatırmaya devam ettikleri trilyonları da yiyecek alamayacak kadar fakir insanlardan telafi edebilecekleri kanısına nasıl kapıldıklarını düşünmek biraz iç bulandırıcıydı ama bir bildikleri vardı herhalde. Öte yandan kuşkucular da boş durmamış, bu işi yapan en büyük şirketlerden biri olan Monsanto’ya savaş açmışlar; Monsanto’nun iyiliksever maskesinin ardında ne olduğunu merak edenler araştırmalarını çoktan yayınlamışlardı bile.

 

GDO’lu besinleri kesinlikle tüketmek istemeyen tüketici grupları birlikler oluşturmuş, askerler misali GDO nöbetine başlamıştı. Gün be gün gelişmeleri izleyip okuyucularına aktarıyorlardı. Avrupa Birliği de boş durmamış, bu konuda bilimsel araştırmalara girişmiş, raporlar yayınlamaya başlamıştı. Görünüşe göre GDO’lu besinleri tüketmek istemeyen yalnızca biz değildik, yapılan anketler Avrupa ülkelerinde de çoğunluğun bu ürünleri istemediklerine işaret ediyor, bu nedenle AB ülkeleri araştırmalara zaman ve kaynak ayırıyordu. Lakin ne hikmetse oralarda da getirilen yasa ve yönetmelikler bu ürünlere yüzde yüz hayır diyemiyordu. Tam biz de bir yönetmelik sahibi olduk, “hiç yoktan” iyidir, en azından bundan sonra biraz kontrollü olacak derken, tam da GDO’lu ürün yüklü gemiler limanlarda beklemekten sıkılmışken, bir de baktık yönetmelik iptal olmuş. Anladık ki, GDO karşıtları hiç farketmeden kendi silahlarıyla vurulmuş. Artık değil ürün etiketlerinde “GDO’lu değildir” yazısını görme umudu, “GDO içerir” ibaresiyle kendimizi koruma umudumuzun bile buharlaştığını üzülerek gördük.

Peki ya baştan ayağa GDO’ya bulanmış Amerikan halkı ne yapıyordu? Onlar çoktan istila edilmiş, teslim olmuşlar mıydı? Hayır, durumun vehametini farkedenler her cephede savaşıyordu. Onlar çareyi “yerelleşmekte” bulmuştu. Kendi organik ürünlerini bahçelerinde “food not lawns” (çim değil besin) sloganıyla yetiştirmeye çalışıyor, yerel ve tanıdık çiftliklerden alış veriş yaparak hem onların hayatta kalmasına yardımcı oluyor, hem de gerçek besinler tüketmeye yöneliyorlardı. İngiltere’de organik bahçecilik organizasyonları okul bahçelerinde çocuklara kendi “sebze adalarını” inşa etmeyi, kendi besinlerini nasıl yetiştireceklerini öğretiyordu.

Bir çok insan ise alışveriş yaptıkları marketlere dilekçe yazıyor ve organik besin bölümünün genişletilmesini, hazırladıkları listedeki ürünlerin organik olanlarının getirilmesini talep ediyor, alışveriş sırasında ellerindeki GDO içermeyen ürün listelerine sadık kalıyordu. Tabii bizde de çarenin yerelleşmekte olduğunu görüp benzeri pratik çözümler oluşturanlar yok değildi. Örneğin “Doğal Besin, Bilinçli Beslenme” grubu gibi bilinçli tüketici oluşumları güvenilir, küçük üreticilerle tüketicilerin birbirlerini bulmasını, bir anlamda yerel ve organik beslenme için varolan olanakların kullanılabilmesini sağlamaya çalışıyordu.

Kimi bilim insanları sürdürülebilir tarımın peşindeydi, kimisi insanları bilinçlendirmenin. GDO’lu besinlerin gelecek insan nesilleri üzerinde yıkıcı etkiler yaratıp yaratmayacağı sorusunun yanıtı ne yazık ki “bekle gör” diyerek bilinmezliğe terkedilmişti, çünkü bu konuda, yine ne hikmetse, uzun vadeli deneyler yapma yetkisi neredeyse yalnızca GDO üreticisi şirketlerin tekelindeydi. Hepimiz biliriz ki kimse bindiği dalı kesmek istemez. Bu yanıtsız soruya karşılık, farkında olan insanları asıl telaşa düşüren yanıtı çoktan alınmış olan bir başka soruydu: Genetiği değiştirilmiş organizmalar çevreyi nasıl etkileyecekti? Maalesef yanıt olumsuzdu. Yapılan araştırmalar “gen kaçışı” adı verilen şekilde, zamanla besin olarak kullanılan bitki çeşitliliğinin kaybedileceğini, tozlaşma yoluyla GDO’lu bitkilerin diğer hemcinslerini de istila edeceğini gösteriyordu. İşte bu yüzden ortalığı bir telaş almış, dünyanın her tarafında tohum bekçileri ortaya çıkmıştı. Gönüllülük esasına göre çalışan bu gruplar, yörelerindeki, ulaşabildikleri tohumları toplayıp, korumayı amaç edinmişlerdi. Tohumların korunması ne yazık ki kasada saklamak kadar basit değildi, tohumların canlı kalabilmeleri için ekilmeleri ve yeni ürünler aracılığıyla tazelenmeleri, mümkün olduğunca yayılmaları gerekiyordu. Norveç’te kıyamet günü olasılığına karşı dünyanın tüm tohumlarının olabildiğince depolanmasını ve dondurularak saklanmasını sağlayacak devasa bir “tohum ambarı” kuruluyordu. Her ülke kendi tohumlarını burada, dilerse kilit altında tutabilecekti.

Yazıyı sabırla sonuna kadar okumayı başarabildiyseniz bu, bilim kurgu bir filmi andıran  olaylar zincirini ve çizilen resmi de görebildiğiniz; üstelik verilen tüm bağlantıları ziyaret edip, oralardan da yeni bağlantılara yelken açıp yine de buraya dönebildiyseniz, şu an sizin kafanızın da en az benimki kadar karışık olabileceği; ve önümüzdeki dönemecin farkında olduğunuz anlamına geliyor.

İçinde bulunduğumuz tren son hızla bir makasa yaklaşıyor, belli ki ray değiştireceğiz ve bu çok sarsıntılı olacak. Treni değiştiremeyeceğimize ve birilerinin bir şeyler yapmasını beklemek için çok geç olduğuna göre geriye tek bir şey kalıyor: kendimizi değiştirmek. DEĞİŞMELİYİZ! Yaşam biçimimizi, seçimlerimizi, harcadıklarımızı, biriktirdiklerimizi her şeyi ama her şeyi tek tek gözden geçirmeli, safraları atmalı, değiştirebileceğimiz her şeyi değiştirmeliyiz. Önümüzde durabilecek bir şey varsa, o da yine biziz. Bir ben yapsam ne olur demeyelim, bir bilge kişi, M. Gandhi’ye kulak verelim: “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun.

 

“Ne yaparsanız yapın küçük bir şey olacaktır, ama yapmanız çok önemli. ” M.Gandhi

9 Comments

  1. içimden yazınızı tüm basına gönderme hissi uyandı:) tebrik ediyorum
    (göndermeyeceğim TABİİ Kİ,merak etmeyin!)sevgiler

  2. Şebnem Hanım, Asortik Krep, bu konuyla zihnim öyle bulanmıştı ki doğru dürüst yazabildiğimden emin değildim. Beğendiğinize sevindim, çok teşekkürler.
    Sevgiler…
    Jale

  3. Selamlar,
    Çok faydalı ve gönderme yaptığı birçok link ile adeta ufkumuzu genişleten güzel bir yazı daha. Sizleri ilgi ve gıptayla takip ediyorum. Bizler için tepe de kurulmuş(Hem de Meyveli) bir fener gibisiniz, yol gösterici – aydınlatıcı. Görmesini bilen gözlere…
    Yolunuz açık olsun…

  4. Sayın Fikir Sahibi Damaklar,
    Uğrayıp bıraktığınız linkler için teşekkürler. Yazıda anlatmak istediğim GDO’nun zararları(ki bunları zaten hepimiz öğrendik) değildi. Verdiğiniz linkte tüketilmemesi tavsiye edilen maddeleri içeren o uzun ve karmaşık listeyi akılda tutmak ve son derece küçük yazılmış “içindekiler” yazılarını gözlükle bile okumak inanın hiç kolay değil. Sizin bir yazınıza bıraktığım yorumda da belirttiğim gibi, keşke zararlı olduğunu belirlediğiniz ya da alışveriş listenizden çıkardığınız ürünleri belirtebilseniz.
    Yönetmelik konusu ise zaten malum.

1 Trackback / Pingback

  1. Anonim

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*